28 Haziran 2017 Çarşamba

Hz.İsmail Emre’nin Tasavvufî Sohbetleri
9 Şubat 1953 Sayı 66

Hz.İsmail Emre – Yapılan şeyin sebep ve hikmetini anlamalı. Niçin namaz kıldığımızı, niçin abdest aldığımızı bilmeliyiz. Abdest almaktan maksat, vücudun bazı yerlerini temizlemek değil mi? Öyleyse duşu açıp altına girsek de adamakıllı temizlensek daha iyi olmaz mı? Namazı ve diğer furûzatı da, sebep ve hikmetlerini anlayarak yapsak elbette daha faydalı olur.

Tesbih’e gelince: Hz. Muhammed devrine gidelim. İmâm Hz. Muhammed olsun. İmâm’ın yönü mihrâb’a dönük. Hoş bizden tarafa da dönse kıble ya… Çünkü dünya yuvarlak. Biz yönümüzü Allah için oraya dönmüyor muyuz? Hâlbuki Allah muhîttir. Kıbleye teveccühün de sebep ve hikmetini anlamak lâzım. Gözümüz’ü yumsak da bizimle beraber, eğilip kalksak da. Burada buluşmak için ne kadar yol yürüdük... Şimdi oturduk, birbirimizin yüzüne, gözüne bakıyoruz. İşte bunu anlatmak için Kur’ân’da (Va’bûd Rabbeke hattâ ye’tikelyakîn) deniliyor. (Rabbin hakkındaki bilgin şeksiz, şüphesiz bir dereceye gelinceye kadar ibâdet et!) diyor. Amma bu sözün mânâsını herkes anlayabiliyor mu? Kur’ân’daki bazı hitaplar seviyeye göredir. Müfessirler bu âyetteki “yakîn” kelimesine “ölüm” mânâsı veriyorlar. Dedikleri doğru da, anlayışları yanlış. Onlar bu “ölüm”ü vücudun ölmesi zannediyorlar. Hâlbuki bu ölüm, aczimizi bilip Allah’a teslim olmaktır. Yani bizim aczimiz ve aklımız ölecek. Bir başka âyette (Allah’ın yüzünden başka her şey helâk olur) demiyor mu? İşte bu ölüm, Allah’tan başka her şeyin helâk olmasıdır.

Çubukçu – Size “Biberciler” diyorlar. Bu nerden çıkmış? Söylediklerine göre siz aşkınızı körüklemek için biber yermişsiniz.

Hz.İsmail Emre – Develioğlu, hiçbir maddî kayda bağlı olmayan büyük bir insandı. Böyle bir insanın biberle ne alâkası olabilir? Meselenin esası şu: Develioğlu, riyâzâtta biraz acı ve baharatlı salata yerdi ve çok az yerdi. 24 saatte bir kerre ve az bir şey yiyen insan, eğer tatlı yerse, bir müddet sonra ağzı acır. Hâlbuki acı bir şey yenirse, ağız bir müddet sonra tatlanır. Develioğlu’nun yirmi dört saatte bir kere yediği şey, domates salatasıydı. Salata, bibersiz olur mu? O da yiyeceği salataya biraz acı biber doğratırdı.

Bir gün birisi, Develioğlu’nun arkadaşlarından birine: (Sizin tarîkatın ismi nedir?) diyor. O şakacı arkadaş da sırf şaka olarak (biz biberciyiz) diyor. İşte (bibercilik) lâfı burdan başlıyor. Bunda da bir sebep var. Kuddûsi: (Hakka makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan...) diyor. Lâkin halk ne derse desin, bu ilâhî hâl, ebedî olarak dirildi. Kimse engel olamaz. Biz ölürsek, siz bu hâli yükselteceksiniz.

Demin de dediğim gibi, Develioğlu, hiçbir kayıtla bağlı değildi. Ne şeyhlik, ne de mürîtlik bilirdi. Bütün bildiği; sevmek ve sevilmekti; o kadar. Öyle büyük bir adam, maddî varlıklara bağlanır mı? O, sakalını, sakal taassubunun hüküm sürdüğü devirde kestirmişti. Birgün (Sarışıh)a gitmiştik. Develioğlu bana: (gel beni tıraş et) dedi. Usturalar kör. Ziftlik köyünün imâmı Abdi hoca usturaları biledi; ben de başladım tıraşa. Başını tıraş ettim. (Sakalımı da tıraş et) dedi. Yukarıdan aşağıya doğru biraz aldım; baktım sesini çıkarmıyor; biraz daha, biraz daha derken, bütün sakalını tıraş ettim. Tıraş bitince: (Oh! bu kıllardan kurtulduk) dedi. Bu vak’anın tarihi 1923.

Şapka inkilâbı olunca herkesten evvel o, şapka giydi. Çünkü ileriyi gören bir insandı.

Çubukçu – Develioğlu’nun fikirlerinden, hususiyetlerinden, tavsiyelerinden bahseder misiniz? Sofî miydi?

Hz.İsmail Emre – Sofî demek “tasfiye edilmiş” demek ise, Develioğlu, tam mânâsı ile sofî idi; yani tasfiye edilmiş bir insandı. Ben o adama âşıktım. Onun yüzüne bakarken birçok kudretler gördüm. Onun yüzüne bakınca hayrân olur, kendimi unuturdum. Onu seyrederken konuştuklarını dinleyemezdim. Sesi uzaktan gelir gibi gelirdi. Sözlerini bir araya getirecek kudretim kalmazdı.

Çubukçu – Kaç sene hizmet ettiniz ona?

Hz.İsmail Emre – 1915 ten 1933 e kadar. 1933 te bu âlemden göçtü.

Çubukçu – Evvelce namaz kılarmışsınız. Namazı, Develioğlu hayattayken mi bıraktınız?

Hz.İsmail Emre – Evet, o, hayattayken. Bu mânevî âlemde bir (Vâdî-i Cünun) vardır. Oradan geçerken, insan bu (âlem-i fark)taki şeyleri unutur. Namazı ne vakit terk ettiğimi bilemiyorum.

Çubukçu – Develioğlu namaz kılar mıydı?

Hz.İsmail Emre – Bilmiyorum. Ben onu sohbetlerde görürdüm. Sohbete başladı mı, saatlerce konuşurdu.

Çubukçu – Develioğlu bu yola kaç yaşında başlıyor?

Hz.İsmail Emre – Herhalde 22-23 yaşlarında. Okuyup yazması olduğu için, askerlikte “Bölükemîni” sonra asteğmen oluyor. Çok münevverdi; fakat siyasetle alâkası yoktu.

Çubukçu – Kerâmet’e ehemmiyet verir miydi?

Hz.İsmail Emre – Vermezdi. Evvelâ yolu kerâmetten geçmiş amma, sonra kerâmete hiç kıymet vermezdi. Asıl kerâmet (ilim) ve (hâl) dir. Asıl kerâmet, kerâmet kudretini zapdetmektir. Kerâmeti zapdetmeyen, ileriye gidemez. İnsanın kendisi küçüldükçe hâl ve kerâmet yolu açılır; fakat onu zapdetmeli. Kerâmeti hokkabazlar da yapıyorlar. Kerâmetin beşeriyete bir faydası var mı? Gaye kerâmet midir?

Çubukçu – (Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır.) hadîsini izah eder misiniz?

Hz.İsmail Emre – Her insanın tefekkürü, ilmine göredir. Kumarcının tefekkürü kumardır. Kumarcının bir saatlik tefekkürü, hiç 60 yıllık ibâdetten hayırlı olur mu? Muhammed’in bir saatlik tefekkürü 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır. Hz. Muhammed kendi hâlini anlatmak istemiştir. Tefekkür de insanı bir anlayışa götürmeli. İbâdetten gaye de, o ibâdetin mânâsını anlamak ve lezzetini almaktır. Lezzeti alınmayan bir ibâdet ise zoraki olarak yapılır. Zoraki ibâdetin ne kıymeti olabilir ki... İş, ibâdetin zevkini almada. Bir şeyin hâli tecellî etmeden de zevki alınmaz. “Kâl” ile yani sözle ne kadar “elma, elma” desek elmanın tadını alabilir miyiz? Tadı alınmayan bir ibâdet ise insana usanç verir; Mansur günde 1000 rekât namaz kılarmış diyorlar. Hiç mümkün mü? İnsan bir rekât namazı 3 dakikada kılsa, 1000 rekâtı 3000 dakikada kılar. Rekâtlar arasındaki fâsılaları hesaba katmasak bile, 3000 dakikamız 50 saat eder. Hâlbuki bir gün 24 saattir. Bir rekâtı bir dakikada kılsak bile 1000 rekât 1000 dakika eder; 1000 dakikamız 16 saat eder. İnsan 16 saat durmadan dinlenmeden namaz kılabilir mi? Hadi bir gün kıldık. İkinci gün kılınır mı? İnsan usanır. Usanılan bir şey ibâdet olur mu? 16 saat durmadan dinlenmeden namaz kılınır mı? Dünya işlerimiz ne olacak? Seccâde yapmasak, namaz bile kılınamaz. Bu türlü sözler, düşünmeden söylenmiş sözlerdir. İslâmiyeti veya Mansur’u büyütelim derken küçültüyorlar. 3000 dakikanın 50 saat ettiğini ve elli saatin de bir güne sığamayacağını bile düşünemiyorlar. Hangi insan 1000 rekât namaz kılabilir? Lezzet meyvenin posasında değil, suyundadır. Gelip geçmiş mutasavvıflar bir hâle düşmüşler, ibâdet meyvesinin lezzetini aldıkları için şekle bağlı kalmamışlardır. Ve hâllerini de eserlerinde bildirmişlerdir. Hakikati anlamayınca işte böyle, biri ezberden (Mansur günde 1000 rekât namaz kılardı) der, biz de körükörüne inanırız. Mansur’un hâline, ahlâkına bakmayız da 1000 rekât namaz kılışına imreniriz. Eskiler bir şeyi körükörüne kabul ederlerdi. Hâlbuki yeni nesil anlamadığı bir şeyi kabul etmiyor. Bu büyük bir meziyettir. Gençler benim dedem gibi: (Yârabbi! Dünyada Kur’ân, âhirette îmân ver!) demiyorlar; Kur’ân’ın ve îmânın ne olduğunu anlamağa çalışıyorlar. Eski nesil, Hz. Muhammed’i 1300 küsûr sene evvel öldü zannediyor. Hz. Muhammed’in cismi öldü amma hâli ölmedi ki… Onun “hâl”i ümmetine taksîm olmuştur; belki sizden tecellî eder.

23 Haziran 2017 Cuma

Hz.İsmail EMRE'NİN DOĞUŞLARI
Kitap : 1 Sayı : 1021 - 1030

Yine bugün bizim hava bulandı,
Bulutları her tarafı dolandı;
Onun için benim gönlüm ferahtır:
Benim emek çektiğim gül sulandı.

Yaz gelince verir birçok domurcak,
Sıtretmeğe (1) etrafında dört kapak;
Dallarında dikeninden bekçi var,
Açılmadan her yanında var yaprak.

Onun için, eken, bilmez korkuyu,
Gıdası güneşten, havadan suyu;
Açılmadan kokusunu saçamaz,
Rengi aydan alır, topraktan huyu.

Âdeme hizmet etmek onun hali,
Dikenlere bürünmüştür her dalı;
Meyvasını vermeden benzeri var:
Birçoğunu aldatır karaçalı.

Öğretmeğe lâzımdır bir bahçıvan,
Yetiştirir, koku alır her zaman;
İçini görmeğe hizmet lâzımdır,
Diken ile güle misaldir insan.

Her adamda bir oluyor mu ahlâk...
Çeşit çeşit yaratmışdurur Hallâk;
Kimisine zekâ vermiş, bildirir,
Kimini akıllı, kimini ahmak.

Kimisine aşkı vermiş, ağlatır,
Kimisinin yüreğini dağlatır,
Kimisini damla eder, kurutur,
Kimisini deryalara çağlatır.

Kimine dünyada verir kanaat,
Kiminin başına koparır afat,
Kimisini kendine yaklaştırır,
Kimisini kendisi eder murtad. (2)

Kimisini ayna eder, görünür,
Kimisine âşikârken bürünür,
Kimisinden yaklaşmış iken kaçar,
Kimisini arar, bulur, sürünür.

(Emre), bildin, bu hallerden ibret al,
Aldatmasın dünya denilen hayal;
Nene lâzım, Dost'a mekândır gönül,
Rahmanı gönülde buldun, orda kal.

Gönül verme, bu dünya olur harap,
Senden sana durmaz okunur hitap;
Dosttan gayri bir varlık isteme sen,
Eğer cennet istersen olur hicap.

Dostu buldun, ne lâzım huri, cinan...
Dost yakındır, ona yetiş her zaman;
Zordur beklemesi mahşer gününü.
Senden sana yakın, söylüyor Rahman.

İster ise eder tamuda ihsan,
İstemezse eder cenneti zindan;
Sen bu sevgilerden ayık, uzak dur,
Onlardan sen geçsen bırakır Şeytan.

Cennet için Âdem'e oldu düşman;
Ona uydu, anladı, oldu pişman;
İbret oldu Âdem ve Havvâ sana,
(Emre), sana ne lâzım huri, gılman... 


(1) Setretmeğe, örtmeye, örtmek için.
(2) Mürted, irtidad etmiş. 

28.4.1948


Hakkın yoluna, gönül!
Yürü, eyle tenezzül;
Sen Hakka yollanırken
Söğül, ellere döğül.

Yürürsen korka korka,
Gelinğ âlemi farka;
İlmin ile yararsın
İnce kılı sen kırka.

Gece gündüz yararsın,
Dönüp (hâl) i sorarsın;
Söz getiren Cibrili,
Anlamayıp yorarsın.

Anlamak olur vahi,
Bu hal, değildir iyi;
O uzatır hâtemi,
Arzu edersin neyi?

Muhammed arkasına,
Gizlenmiş hırkasına;
Çıkmaz yolu terkeyle,
Sen yürü bakaasına.

Dosttan sözü duyarsın,
Dönüp akla uyarsın,
Yüzünü açmış iken
Deri kılı sayarsın.

(Emre), söyledin yine
Dinledin nice sene,
Bu dünyanın elvanı,
İnan, senin neyine...

Sahibi olmuş Muhtar,
Dokunma, eder zarar;
Sen işine karışma,
Sonra edersin inkâr.

İnkâr nefsinden doğar,
Büyüyüp seni boğar,
Uçar, çıkar eflâke,
Döner, başına yağar.

Altından kalkamazsın,
Sever, bırakamazsın,
İşine nadim olup
Yüzüne bakamazsın.

Görsen, edersin ikrah,
Döner de edersin ah;
Bu akıl bir çocuktur,
Tutulan bulmaz felâh.

Kurtulmaz ona uyan,
Uyup sözünü duyan;
Dostluğuna güvenme,
Zaman gelir, çizer yan.

Onun işi oyuncak,
İbret gözü ile bak;
Yoldaşını bulunca
O kaçar yalınayak.

Eğer olsa ümidi,
Durmaz eder sitemi;
Dost yüzünü gösterinğ,
Der: burda yoktur cami.

Uyan, istiyor Dilber,
Böyle gönderir haber;
Dosta doğru giderken,
Duvar gitmez beraber.

Ahmet değil mi misal?
Üryan eyledi visal;
Eğer ona uyduysan,
Dönme, sen ardında kal.

Bizlere çok döktü dil,
Derdi, diyen: Cebrail;
Nurdan teni gittiyse,
Halleri ayrı değil.

Güneş olur mu mevta?
Bir çıka, bir de bata;
Bu (Emre)nin sözünü
İlmi olanlar tarta.

Alanmaz, söyler dilim,
İşitir kalbi selim;
(Emre) den söz söyliyen,
Muhammed değil, ya kim?..

(Emre) den kalktı âdet,
Ahmet edince himmet;
Görüp sarhoş olunca,
Edemiyor ibadet.

Bilmiyen der ki : hatâ!
Göründü Âdem Ata;
Eğri büğrü olur mu
(Nûn) u gösteren nokta?

Küfür gösteriyor (kef),
Ârîdir ondan necef;
Âlem döğer, söğerse
(Emre) eder mi esef...

Onlar bilseler eğer,
Küfür eylemez, öğer;
Görün ehli şefkati,
Acır da neler çeker...

Onlardır Hak aynası,
Değildir Hakka âsi;
Bu (Emre) yi söyleten,
Görünenin sevdası.

Eğer, kim neyi sever,
Durmayıp onu öğer;
(Emre) âşikâr etse,
Umulmadıklar döğer. 




1.5.1948


Evvel ve Âhir değil mi?
Görünen, (Zâhir) değil mi?
İster ise bu topraktan
Demeğe kaadir değil mi?

İsterse kendi okutur,
Hâli taştan eder zuhur;
Kudretini anlamıyan,
Bilmez, eder sokur sokur.

Birikirler bir araya,
Onlar ikrar eder gûya;
Kudretini seyretmeyip
İsyan ederler Mevlâya;

Görüp etmezler imanı,
Niçin seviyorlar zannı?
Onlar hidayet ehlini
Görünce sıkılır canı.

Kulak vermezler sözüne,
Teslim olmazlar özüne,
Okurken elleri kalkar,
Bilmeyip, göğün yüzüne.

Hakkı ararlar semadan,
Zannederler söyler beden;
Çıkmış iken elektrik,
Yakmak isterler şamadan.

Her haller bulmuşken kemal
Meydana çıkmışken (Cemal),
Ehline ilân ediyor,
Hamsofular eder ihmal.

Seyreder nefsine erler,
Hepinize (bakın!) derler;
Bu sağırların elinden
Kâmiller neler çekerler...

Gelmiş, geçmiş nice kâmil,
Göstermeğe dökmüştür dil;
Yüzbinde birisi duymuş,
Gerisine kabil değil.

(İlmi Hakikat) sormuşlar,
Duymayıp tuzak kurmuşlar;
Onlar (Dost) tarif ederken,
Boyunlarını vurmuşlar.

Bu yola olmuşlar kurban,
Yeryüzüne dökmüşler kan;
(Emre), canı feda eyle,
Seni daim saklar Rahman.

Böyle emreyledi Dilber,
Yeter ki sen ol beraber.
Tâ evvelden vâdeyledi,
Her hallerden eder siper. (1) 


(1) Siper etmek = Muhafaza etmek. 

1.5.1948


Gördüm, Cemal olmuş yüzü Kahharın,
Açıldı çiçeği gelen baharın,
Bülbülleri feryadeder seherin,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Açan güller elvan elvan boyanır,
Gören bülbül acep nasıl dayanır...
Sadasını duyan gafil uyanır.
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Dudu görse, yemez oluyor şeker,
O Dilbere âşık olan ne çeker...
Ne hoş oluyormuş âşıklık meğer...
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Âdem ve Havva'dan verilmiş huyu,
Muhammed, Ali'den alınmış soyu,
(Allahüssamed) tir, görünür boyu,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Cibrîli Emîn'e benziyor sözü,
Yusuf-u Ken'ana benziyor gözü,
Burnunun üstüdür Sırât'ın düzü,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Arş-ı Âlâ'ya da benziyor başı,
Sidre-i Müntehâ olmuştur kaşı,
Dost'a yol olmuştur âşık bakışı,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Görenler, aslına olmuştur giryan,
(Emre) vâsıl oldu, olunca üryan;
Orada sıtrolmuş Hazreti Rahman,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Yüzünün perdesi Âdem sıfatı,
Âşık o sıfattan okur âyâtı,
(Emre) okuyunca buldu necatı...
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Sen âşık ol, kalbden çıkıyor sesi,
Bir Âdemden aldı (Emre) nefesi,
Dört nesneden, Bülbül, yaptı kafesi,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Âşikâr görünmez kolay cemali,
Görünse bozuyor, bu sır, hayali,
Perde olmuştur, bilmez muhalı; (1)
Himmet etse, görünüyor, Cânânım.

Göründü, kendinin olmuştur bu dil,
Bütün kudret kendi, başka hal değil
(Emre), takvâ yürü, sen ona sevil,
Himmet etse, görünüyor, Cânânım. 


(1) Muhallanmak = Bir şeyi garip ve tuhaf bulmak. Onun (İnsan-ı Kâmil) i garip ve tuhaf bulması, beğenmemesi, kendisi için bir perde olmuştur. 

4.5.1948


Kimi meyyaldir altuna,
Haşrolurlar daim ona;
Bir hale meyyal değilim,
Mevlâm! ben âşıkım sana.

Gönül neden olmaz âşık?
Mevlâm! seni gören, ayık;
Put olur senden gayrisi,
Sunam! sana tapmak lâyık.

Sen var iken sevmem eli,
Beni kabul et Sevgili!
Seni medheder dört kitap
İkmal etmiş Arap dili.

Bırakmamış hiç bir noksan,
Onun için denmiş Kur'an;
Tekâmülü: (İsm-i Âzam),
Okuyor yok olan insan.

Okuyunca olur dellâl,
Başka varlık olur hayal;
Arzu ile soranlara,
İlân eden, oluyor lâl.

Üç yerinde vardır mühür,
Esir etmiş bırakmaz hür;
O mühürler çözülmeden,
Arzu eden, nasıl görür...

Kendi basmış, kendi çözer,
Çözmek için durmaz gezer;
Teslim olup da çözdüren
Mühürü çözene benzer.

Olmak lâzım ona teslim
Kur'anda gizli bir ilim;
Bu bir esrar bilgisidir,
Okuyamaz zâhir âlim.

Yazılıdır et üstüne,
Aç kalmak lâzım çok sene;
Cana, vara kıymet veren,
Yakın olamaz bu dine.

Onlar geçemez başından,
Gıdayı veren aşından;
Bakma ile görülür mü
O Sultan, saray dışından?..

Harabolsa ten duvarı,
Eğer unutursa vârı,
Üryan olur; seyir eder,
Meydana çıkarır Yâr'ı.

Tarif etmiştir Muhammed,
Değil mi bizlere ibret?
Yalınayak gitmedi mi?
Tenezzül etmek marifet.

O, bıraktı kibri, kini,
Böylece buldu bu dini;
Manevîdir, daim bekler
Razı olup da gideni.

(Emre), çabuk yürü, ulaş,
Geri kalınğ, olma yavaş;
Senden sana yakındır Dost,
Uzak görme, sende, yaklaş. 




5.5.1948


İster ise harab eder cihanı,
İster ise şen eder cümle canı,
Bütün varlık kendisinin değil mi,
İster ise, kullarına ihsanı.

İster ise tufanına tutturur,
Yunus gibi balığına yutturur,
İster ise her taraftan gizlenir,
İster ise gözler önünde durur.

Evvel olan, Âhir olan kendisi,
Bâtın olan, Zâhir olan kendisi,
İster ise fücurata düşürür,
Her sıfattan Tâhir olan kendisi.

İster ise her hayatla bir olur,
İster ise her murtadla bir olur,
İster ise her varlıktan ayrılır,
İster ise her sıfatla bir olur.

İster ise her varlığı eder hâk,
İster ise döner, eder piripâk,
İster ise her kalblere kir olur.
Kendisinin yerler ile hep eflâk.

İster ise lutfunu eder bize,
İster ise bizi çıkarır yüze,
İster ise bülbülleri lâl eder,
İster ise gizlenir dilimize.

İster ise döner de eder ahraz, (1)
İster ise dil verir, olur muraz,
Mülk kendinin, Mâlikidir her günün,
Hiç kimseler edemiyor itiraz.

İster ise diliyene mal verir,
İster ise lâyıkına (hal) verir,
Aman (Emre), sen Kudret'e teslim ol,
İster ise dönüp de vebal verir. 


(1) Ahraz = sağır ve dilsiz. 

7.5.1948


Gel gönül, gel, çalış, yürü menzile,
Ömür tez geçer, sen eyle acele;
Günbegün durmayıp geçiyor vakıt,
Güvenilmez görünmiyen acele.

Bu dünyayı bırakmazsan sen eğer.
Kara deve gelir, kapıya çöker;
Azraile can verene seyreyle,
Gözü görmez, dil tutulur, ne çeker...

Sağa, sola seyreder melûl melûl,
Gaibolur Hakka doğru giden yol;
Bu hallerden kurtulmak ister isen,
Bir Velî'yi bul, ona sen teslim ol.

Dost görecek göz, göğe dikilmeden,
Can alıcı, sana yakın gelmeden,
Sen canını Mevlâya teslim eyle,
Bedenine can deliği delmeden.

Azrail gelir de gözüne bakar,
Bakar bakmaz gözünün nuru akar,
Ağzını, gözünü nekadar yumsan,
Onu görür görmez dışarı çıkar.

Çıkar çıkmaz solar gözünün ağı,
Göremezsin burda bahçeyi, bağı;
Canın tene bitişiktir koparır,
Bileği demirden, kanca parmağı.

Pençesine geçer sevdiğin canın,
Acısından göğe çıkar efgaanın;
Anladıysan canı Dosta teslim et,
Anlamazsan, nitsin sana Rahmanın...

Birgün olur, nasıl olsa can çıkar,
Gözlerinin suyu yerlere akar;
Burda Haktan çok fazla sevdiklerin,
Bedenini alır, toprağa sokar.

Söylenmiyor onun öte tarafı...
Söylenirse anlaşılmıyor lâfı;
(Emre), eğer canı cevher ettiysen,
Seni daim bekler Hakkın sarrafı.

Topraklar altında kalsa da altın,
Çürüyüp de hayatına olmaz son,
Fenâ âleminden pervaz et göğe,
Bir hakikat ağacı dalına kon. 




7.5.1948


Bu evde tükenmez iş,
Karar böyle verilmiş;
Bir çelikten leblebi,
Kolay kolay kesmez diş.

Hazmolunmaz, yutulsa,
Zaptolunmaz, tutulsa,
Tekrar geri geliyor,
Coşkun suya atılsa.

Gelir, tekrar dirilir,
Başına gelen bilir;
Bu bir ateş makamı,
Yok olunca erilir.

Gafil olsak, gelir hoş,
Bindebiri kurtulmuş;
Eğer kaçsa kurtulmaz,
Olsa semadaki kuş.

Düşmüştür peygamberler,
Bırakmışlar eserler;
Hakikatı söylersek,
Anlamayıp küserler.

Duyanlar, etmez hazım,
Derler: bize ne lâzım...
Hodbehod gösterirsek,
Derler: değil murazım.

Çünkü aldatmış cife,
Görse gelirler keyfe;
Kartal leşi görünce,
Hiç bakamaz necefe.

Leş görürse dolanır,
Dudakları sulanır;
Gül kokusu gelirse,
Mideleri bulanır.

Bülbül âşıktır güle,
Der: koku gülden gele;
Bu (Emre) nin sözünü
Dosta ulaşan bile.

Durmaz söyler her zaman,
Eylemek ister ihsan;
Yâr'ı işaret etse
Eyliyemezler iman.

Ne kadar çeksek emek,
Nasibolmuyor görmek;
Dosta doğru gidemez,
Ayağında var köstek.

Onun için gezemez,
Bir bilene (çöz!) demez;
Bir Kudret bağlamıştır,
Eli ile çözemez.

Haktan olmazsa imdat,
Çözersen eder feryat;
Anahtarı göstersen,
Kızışır, olur murtad. (1)

Böyle olur her zaman,
Görür, etmezler iman;
Yollarını kesmiştir,
Huriyle melek gılman.

Ne eylesin bu (Emre)...
İster, onlar da göre;
Teslim olmuşlar mıdır
Manevî Peygambere? 


(1) Kızışmak = Hiddetlenmek, kızmak. Murtad = mürted. 

9.5.1948


Bu dünyayı neden görüyorsun hoş?
Dört yanından arzudan tuzak kurmuş...
Nefsim! sen elini sakın uzatma,
İbret ile sen bak: kimi doyurmuş?

Bu dünyaya gelen mutlaka göçer,
Ecel şerbetini alır da içer;
Birçokları gelip terkedip gitmiş,
İyi, kötü nice isimler geçer...

Her gelenler: dünya benimdir! demiş,
Kendine verilen rızkını yemiş;
Her vârını burda koyup giderken
Kefen diye dokuz arşın bez giymiş.

Bu dünyayı nice etmişler imar,
Dünya fâni, durmaz ediyor inkâr;
Harabolur, daim devri böyledir,
Huda böyle etmiş evvelden karar.

Seyrettin mi gelip göç eden cana?
Meyil vermez bilen, dönen cihana;
Bu bir gizli haldir, kolay görülmez,
Elin ile ateş yaktın vatana.

Harabolmuştur birçok apartıman,
Altında kalmıştır imar eden can;
Güvenilmez o Dostun verdiğine,
Evvel verir sonra o eder kurban.

Güvenilmez dünyanın varlığına,
Ehli gaflet seviyor kana kana;
Evvelâ yüzüne gülüyor sanır,
Son zamanda kıyar tatlı canına.

Seherlerde yaklaşana döker dil,
O lisandan bilmesi kabil değil;
Her neyi seversen burda (İsmail),
Canını almağa olur Azrail.

Aman (Emre), aldanma sen bir vâra,
Her halini teslim eyle Gaffar'a;
Söylediğin, yakanı destelemiş,
Elinden almağa sen çare ara. 




25.5.1948


Bildirmiştir gelip geçen peygamber,
Getirmişler Haktan nice haberler.
Ağlıyanlar olmuş bizle beraber,
Her şey fâni, dünya yerinde durur.

Nere gitti (benim!) diyen Süleyman?
Bu dünyayı zaptederdi her zaman
Ona bütün kurt, kuş dururdu divan...
Her şey fâni, dünya yerinde durur.

Ayıptır (bu dünya benimdir!) demek,
(Benim!) diye çoğu çekmişti emek;
Bu dünyayı böyle döndürür Felek,
Her şey fâni, dünya yerinde durur.

Haktır bütün görünüşün sahibi,
Her ne kadar baksan, görünmez dibi,
Birgün kaçar düşman kovalar gibi,
Her şey fâni, dünya yerinde durur.

Bu âlemi bilip görmektir hüner,
Yanan ışık, birgün elbette söner;
(Emre) sevdiğini her daim över...
Her şey fâni, dünya yerinde durur. 




25.5.1948

21 Haziran 2017 Çarşamba

Hafız Halil Develioğlu Risalesi
( devam ) 5./..

Dilde ikrar, kalbde tasdik olmazsa,
Men aref sırrından, dersin almazsa,
Bir kamile varıp, teslim olmazsa,
Beladan kurtulmaz, şehadetim var...

Geceden hareket, zöhreye vardık,
Rahımızda çokça, meşakkat çektik,
Gönül defterine, gizli kaydettik,
İsyanımız ayan, nihanımız var..

Taburun efradı, evlere taksim,
Sayeyi şahanede, askeri naim,
Munafık mekan,ı olur hem cahim,
Müminin penahı, piranımız var..

Silahşorluk lazım, aslanım alış,
Birinci bölükte, ol Şami çavuş,
Nısfıl leyitde,  gözüne iliş,
Halkı bidat eder, şiranımız var...

Çavuşun cesareti, asla denilmez,
Bir iş oldu ama, esas olunmaz,
Ruzişep gülmekten, ağzı yumulmaz,
Bazı bizim böyle, esrarımız var..

                     5./..
Pir Hz.
Develizade Hafız Halil Efendi..

19 Haziran 2017 Pazartesi

Hz.İsmail EMRE'NİN DOĞUŞLARI
Kitap : 1      Sayı :   1001  -  1010


Çeşit çeşit açmış renk,
Bu bir manevî çiçek...
Bülbül güle âşıksa,
Buna âşıktır Felek.

Bu bir manevî güldür,
Gönlüm! hayran ol, sen gör;
Bu gül, hiç mahkûm olmaz
Emir almış, daim hür.

Açar daim şafakta,
Yönüyse daim Hakta;
Ona âşık olanlar,
Duruyorlar ayakta.

Böyle alırlar himmet.
Tarif etmiş Muhammed;
(Emre) bakıp görünce,
Söyler: Allahüssamed! 




16.2.1948


Âşık değil ise, dünyaperesttir,
Aman, gönül verme, yüzünü çevir.
Sağırdır kulağı, sözünü duymaz,
Açayım dersin de o söyler: kâfir!

Onun gözlerini dünya bürümüş,
İrşad etsem dersin, ona gelir düş...
İki tarafına döner, inanma,
Onlar bir ağaçtır, hem de çürümüş.

Bir harap duvarı bulmuş, yaslanmış,
Dışı parlak durur, içi paslanmış;
Hidayet eylemiş Ahmed-i Muhtar,
Yüzbinlerde biri duymuş, uslanmış.

Eğer okunursa Hakkın Kur'anı,
Onlar devre (1) duyar (2), etmez imanı;
Uğraşmışlar birçok ehli hidayet,
Takdirin yerine, sıkılır canı. (3)

Ona tarif etmiş bilip düzeni,
Böylece gelmiştir bu hâl, ezelî;
Sefil (Emre) tarif eder durmadan,
Âşık olanlara bulur Güzel'i.

İnanmıyan, anlar aklına göre,
(Emre) doğru söyler, anlarlar devre (1)
Gece gündüz dua eder Rabbına:
Bütün inkâr eden insanlar göre. 


(1) Devre = ters.
(2) Duymak = anlamak.
(3) Takdir edecekken, canı sıkılır.
(4) Gözde döndermek = gözden uzaklaştırmamak, huri gılman gibi şeylerden vazgeçemezler. 

19.2.1948


Acep neler çekti ehli hidayet...
Kurulmuştur, döner bu hâl, bidayet.
Dilberi görmeyip, isterler cennet,
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Bilen, tarif eder Hakkın yârını,
Onlar huri için bekler yarını,
Gözde dönderirler mahşer vârını, (1)
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Bu (Emre) daima gösterir Yârı.
Bilmiyenler tutar taşı, duvarı;
Acep kimler görmüş orda Gaffar'ı...
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Hakikat göstersen, ederler inkâr,
Yanında duruyor, uzakta arar;
Gözlerinde arzu perdeleri var,
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Eğer gösterilse Hacerül'esved,
Bakmayıp bizlere, ederler hiddet,
Teslim olmayınca, olur mu kısmet...
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Sözümüzü duyar, sıkılır canı,
Okumak isterler zâhir Kur'anı,
Dilberi görmez de taşlar Şeytanı...
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Onlar duymak için dururlar huzur,
Anlatayım dersin, geliyor çok zor.
Kalbleri kapalı, gözleri mazur, (2)
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Gezmek ile olmaz bulmak imkânı,
Göz ile görülmez onun mekânı,
Gönüllerde kurar böyle erkânı,
Gözlerini arzu, emel kaplamış.

Bulmak için lâzım olmalı ölü...
(Emre) mekân etti viran gönülü,
Nidem, siper eder dikenler gülü...
Gözlerini arzu, emel kaplamış. 


(1) Gözde döndermek = gözden uzaklaştırmamak, huri gılman gibi şeylerden vazgeçemezler.
(2) Mazur = kör. 

19.2.1948


Kimisinin her halini ah eder,
Kimisinin de riyayı essah (1) eder,
Kimisini sıkıntıya düşürür,
Kimseler etmez onu, Allah eder.

Kimisinin gözlerini yaş eder,
Kimisini her varlığa baş eder,
Kimisinin yediğini eder bal,
Kimisine zehirlenmiş aş eder.

Kimisinin her günü cennet olur.
Kimisinin her vakti mihnet olur.
Kimisine sırrı âşikâr eder,
Kimisinin her halleri sed olur.

Birçoğunu yok eder birer birer,
Kimisinin gönlünü bulur, girer
Kimisini her dillerden karalar,
Kimisini âşık eder de över.

Kiminin ayağını dolaştırır,
Kimini kendi iline aştırır,
Kimisinin gözünde kurar mekân,
Kimisine hiç görünmez, şaştırır.

Kimisini garkeder vahdetine,
Kimisini gark eder himmetine,
Kimisinin gözüne perde çeker,
Kimisini asılsız cennetine.

Bir olur da Şeytan ile yarışır,
Lânet ettim der de döner, barışır;
Fakir (Emre) kendini yok edince,
Damarında gezen kana karışır.

Kimisine durmaz, kıldırır namaz,
Kimisinden gizlenir de, bulamaz,
Kimisini (Kürsü) eder, oturur,
Kimisine işaret eyler: Hicaz!

Kimisinin dönüp yüzüne bakmaz,
Kimisini gözönünden bırakmaz,
Kimisinden arar iken gizlenir,
Kimisinin gönlünde durur, çıkmaz.

(Emre) bildi: Odur eyleyip eden,
Onun için kendisine demez: ben!
Ne ederse, eyliyenden ayrılmaz,
(Kürsü) oldu gezdirdiği bu beden. 


(1) Essah = Essah, sahih, sahi, hakikat. 

19.2.1948


Kul, olmaz kabahatsiz...
Acep neyliyelim biz?..
Nehirler kir götürür,
Alır, temizler deniz.

Denizin yeter gücü,
Bulunmaz onun ucu;
Onun büyüklüğüne,
Yapılmamıştır ölçü.

Dökülür binbir maden,
Kendine benzer giden;
Nice hayat beslenir,
Ordan bulurlar beden.

Beslenir bütün hayvan,
Denizden alırlar can;
Denizi görenlere,
Daim olurlar hayran.

Misali var karada,
Böyle hayat yarada; (1)
Yarabbi, temiz eyle,
Koyma beni arada.

Böyledir deniz hâli...
Kur'anda var misali;
İki türlü deniz var,
Geçen, eder visali.

Denizin biri acı,
Hiç görünmez yamacı;
O denizi görenler,
Bıraktı tahtı, tacı.

Birisinin var tadı,
Kur'anda vardır adı;
Bu denizi geçmiyen,
Bulup okuyamadı.

Karışmaz birbirine,
(Emre), yan ki görüne.
Deniz hâlini gören,
Canı verir pîrine. 


(1) Yarada = yarata, yaratsın. 

19.2.1948


Zaman çabuk gelir, geçer,
Eken, ektiğini biçer;
Bir mîzân-ı hakikat var,
Kimse görmez, güzel ölçer.

Ölçer, ölçer, kor meydana,
Karışık bütün insana;
Herkes ölçüsünü alır,
Yürür, ulaşır Rahman'a.

Görünmez bu gizli kitap,
Durmadan yazılır hesap;
Kimisine Dost gösterir,
Suç ettiysen, olur azap.

(Emre)! dile doğru dilek,
Sağda, solda vardır melek;
Eğer Hakka âşık isen,
Anlamıya çekme emek.

Onlar bekler yaza yaza,
Eğer dursak biz namaza;
Sağa, sola selâm veren,
Hakkı yoktur itiraza.

İki yana verin selâm,
Bu hali gizliyor kelâm;
Her taraftan ayrı değil,
Bütün hale vâkıf Mevlâm.

İnkâr etmek, olur muhal,
Âşikâr olur mu bu hâl?..
Birisi celâli yazar,
Birisi de yazar cemal.

Herkesin alnında defter,
Yazılmıştır, okur Dilber;
Bu hale âgâh olmıyan,
Tasavvuftan bilmek ister.

Çekmek lâzım birçok emek.
Dilemeli dürüst dilek;
O vakıt âşikâr olur
Sevap, günah yazan melek.

Onlar durur sağa, sola,
Hizmet eder bütün kula;
Acep (Emre), nideceksin,
Bu karışık halin nola?.. 




22.2.1948


Birgün gelir, bir hâl olur,
Ölüm denen, eder zuhur;
Sen Dost ile konuşmazsan,
Ağzında dilin tutulur.

Gözlerin göğe dikilir,
Akıl bunu nasıl bilir?
Hayrete düşer dostların,
Birikir, yanına gelir.

İçinden edersin feryat,
Kimselerden olmaz imdat;
Bu hallerden kaçılır mı?
Hiç görülmiyen bir afat...

Eğri, doğru... vâkıftır Hak...
Gerek yüksek, gerek alçak,
Tutulanlar imdad arar,
Sağ ile sola bakarak.

Hallet (Emre), diri iken,
Bu hallere tutulma sen;
Dosta doğru yürü burdan,
Diri iken ölsün beden. 




22.2.1948


Kadifeden kesesi...
Çok söyleme, kes sesi;
Bu yolda tarif eden,
Tüketmiştir nefesi.

İşitmiş bindebiri,
Ölüp olmuşlar diri;
Gözünü sana veren,
Seyretmiş sen Dilberi.

Gaibetmişler canı,
Görünce sen Cânânı;
Senin yüzünü gören,
Neyler huri, cinanı...

Derde düşmüş herbiri,
Ölümden kalmaz geri;
Bizlere imdad eyle,
Sen, Hakikatın Pîri!

Yeter, bozulsun esrar,
Görenler etsin ikrar;
Herkes kendi yolunca
Yürüyüp seni arar.

Kimisi göğe bakar,
Görmez, kendini yakar;
Kimi der: aman Diyö!
Kimi der: aman Gaffar!

Över seni her lisan,
Senden isterler ihsan,
Umulmadık yerdesin,
Anlıyanlar der: İnsan.

Yanıp ederler feryat,
Âdemde olur murat;
(Âdem) koyup gittiyse,
Bırakmamış mı evlât?..

Dense, olur mu küfür?..
Basılmıştır hep mühür;
Gözlerini aç, (Emre),
Meydanda geziyor, gör! 




22.2.1948


Bu, bir bilinmedik ilim,
Durmadan söylüyor dilim;
Kim ki canından geçerse,
Ben bilirim, bildiririm.

Yürür, ulaşır Tanrıya,
Yüzünü döndürür aya,
Bu müezzinin sesini
Duyan, görür doya doya.

Kim bu sesi Haktan duyar,
Muhammed ardına uyar;
Muhammede kim uyarsa,
Alır, kabul eder o Yar.

Kimler ki ardına gelir,
Muhammed kim imiş, bilir;
Eğer, gönül, âşık isen,
Yönü Muhammede çevir.

Daim bize onun yönü,
Durmayıp çağırır ünü; (1)
Anası, babası yoktur,
Böyle devreder her günü.

Elinde vardır bir bayrak,
Ona vermiş Hak, tutarak;
Âşık olup yürümezse,
Giderken bağlanır ayak.

Onu över bütün diller,
Böyle çağırır deliller;
Bu hâle âgâh olmıyan,
Mekke'de, Kudüs'te beller. (2)

Orda görülmüş mü Huda?
Hem orada, hem burada?
Orada aranan Allah,
Muhtaç mıdır binbir ada?

O, ne doğar, ne doğurur,
Âşıklardan eder zuhur;
Mü'min gönlü, Beytullahtır,
Kendi evi orda durur.

Bilmez, (3) eğri yola sapar,
Kuldan ayrı değil Gaffar...
İbrahim Hicaz yaptıysa,
Kendisi de gönül yapar.

Bilen, bulur, eder tavaf,
Her günahları olur af;
Kim ki bize inanmazsa,
Şahittir bu söze Mushaf.

Bilen arar, söyler Kur'an,
Mü'minler okuyor her an;
Manasını bilenlere
Bu (Emre) olmuştur kurban.

Manasıdır: Kur'anda (Nûn),
Okuyanlar, olur mecnun...
Bu (Emre) âşikâr eder,
Taş atarlar onun içün. 


(1) Ün = ses.
(2) Bellemek = zannetmek.
(3) Bilmez = bilmiyen. 

24.2.1948


Eğer bir kahve olsa,
Semadan iner İsâ;
Rengini seyrederse,
(Tûr)u terkeder Musa.

Eğer olursa acı,
İçenler, olur hacı;
Ali bir yudum aldı,
Yere attı kılıcı.

Görülse eğer rengi,
Terkederler çiçeği;
Dünya olsa muharip,
Hep unuturlar cengi.

Medhettiğim, karadır,
Yüreğimde yaradır;
Kara ne kadar güzel...
Hallak sever, yaradır (1)

Kara, (Âdem) in süsü,
Beytullahın örtüsü;
Bu hâli âşık bilir,
Çün, (2) Tanrının görgüsü.

Kara, Hacerül'esved,
Peygamberler etmiş medh;
Bu hâl, candan geçene,
Görür de olur kısmet.

Boyamış gözü, kaşı,
Kara ile her başı;
Yusuf ile Züleyha
Kara rengin yoldaşı.

Hak gizlenmiş karaya,
Zıya veriyor aya;
(Emre) zorunan gördü, (3)
Çok araya araya. 


(1) Yaradır = yaratır.
(2) Çün = çünkü.
(3) Zorunan = zorla. 

22.3.1948

18 Haziran 2017 Pazar













İÇ KAYNAK DERGİSİ | Sayı: 22
Mart 1960

Hz.İsmail EMRE’nin Konuşmaları: 22

(Konya’da Karayolları Teknisyeni Necati Büyüktermiyeci’nin evinde yapılan bir konuşmadan zaptedilebilinen notlar):

S. – Tasavvufun tam bir tarifine bir yerde rastlayamadık.

Hz.İsmail Emre – Hâl, hâl. Lezzetin târifi olmaz. Hâl başka, ilim başka, tesbih başka şeydir. Allah’a ismini biz mi öğreteceğiz? Zikir, Arapçada konuşmak demektir; bir ismi yüz defa, bin defa çekmek değil.

Esasen, tesbih de insanı anlatmağa çalışıyor. Tesbihin iki imâme arasındaki taneleri 33 değil mi? Bizim de kuyruk sokumumuza kadar belkemiğimizde 33 kemik vardır. Üç tane 33 ne eder? 99 (Esmâi Hüsnâ) da 99 değil mi? Esmâi Hüsnâ, adı üstünde, güzel, temiz ahlâklar demektir. İnsan, bunları tesbih değil, tahsil edecek. Bu temiz ahlâklar bizde tecellî edince, tesbih, elimizden düşer. Tesbihi elimize, çeke çeke o güzel ahlâklarla ahlâklanırlar, bir gün imâmeden dışarı fırlayıp o sonu gelmez dâireden kurtulurlar diye vermişler. Hem de o dâireden insan ancak imâme yoluyla kurtulabilirmiş. Hakikaten, bu iş, mürebbîsiz olmaz.

S. – Dinden maksat, iyi ahlâklı olmak değil mi? Ya ben dindar olmadan da iyi ahlâklı isem?

Hz.İsmail Emre – O zaman iş, ancak kolaylaşır. Çünkü akıl, ahlâk bağlarından kurtulur, serbest kalır. Ve ikinci bir gıda aramaya başlar. Aklın ilk gıdası, kötü ahlâklardır. Bunlar gittikten sonra vicdan lâmbası yanar. Tasavvuf, bundan sonra başlar. Akıl değişir.

S. – Hah. Burada başladı. Peki, ne arıyor bu tasavvuf?

Hz.İsmail Emre – Sen Allah’ı aramaya başlarsan, Allah da seni arar.

S. – Tasavvufta Allah’ı mı arıyoruz?

Hz.İsmail Emre – Evet. Fakat kendimizi kaybetmeyince onu bulamayız.

S. – İnsan, mevcut bir şeyi arar mı?

Hz.İsmail Emre – Ha… Sen kendin söyledin bak... Kur’ân’da böyle söylüyor; Allah’ın bazı kimselere olan mesafesi, meleklerin sür’atiyle elli bin senedir, diyor. Fakat bazı kimselere de; (Şah damarından daha yakın.) diyor.

Allah’ı bilmek türlü türlü olur. Allah’ın mevcut olduğunu bilmek (ilmelyakîyn)dir. Bundan sonra (Aynelyakîyn, Hakkalyakîyn) bilmek var. Bir de Allah’ta kaybolmak, yok olmak var.

Hıristiyanlar da Allah’ın varlığını biliyor. İnkâr edenler bile darda kalınca Allah! Allah! der, ama kaç para eder.

Din sadece doğru olmak değildir. Eğer böyle olsaydı, İsviçrelilerin bizden daha Müslüman olmaları lâzımdı. Dünyada Müslümanlardan daha eğri millet kaldı mı?

Din dediğimiz temiz ahlâkın arkasında öyle bir lezzet var ki, aklın ötesindeki bu âleme biz tasavvuf diyoruz. Onlar da metafizik diyorlar.

S. – Fakat tarif edemiyorlar…

Hz.İsmail Emre – Ediyorlar.

S. – Ciltler yazıyorlar; fakat komprime edemiyorlar.

Hz.İsmail Emre – Ediyorlar. Ancak benim gibi bir acize, bir cahile anlatabilmek için ciltler yazıyorlar.

S. – Estağfurullah.

Hz.İsmail Emre – Muhiddîni Arabî: (İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmışlardır.) diyor. Peki öyleyse, kendisi bu kadar eseri niye yazmış, işi çoğaltmış? Benim gibi cahiller için. Kendisi (Nokta)yla bir olmuş.

S. – Bu doğuşları şöyle izah ediyorlar: Batılı âlimler, müsbet ilme dayanarak izah ediyorlar.

Hz.İsmail Emre – Ne diyorlar?

S. – Bâzı insanlar doğuştan fevkalâde hassastır diyorlar. Fevkalâde durumları onları galeyana getiriyor. Meselâ Nedim. En güzel şiirlerini irticâlen okumuştur.

Hz.İsmail Emre – O da doğru ama, insan neyi severse ondan bahseder. Meselâ bir kadına kapılır, ondan bahseder. Mangaldan kıvılcımlar ateşler sıçrayıp dağılsa da senin burnuna gelse (Vay burnum!) dersin. Benim yüzüme gelse (Vay yüzüm!) derim. Ama vicdânımıza, aklımıza gelse de bu kıvılcımlar, (Vicdânım!), (Aklım!) diye bağırsak daha iyi olmaz mı?

Mesele, yönümüzü o (Ebedî Varlığa) dönmektedir. İnsan, topallıktan kurtulduktan sonra istediği tarafa gidebilir. O halde biz; şuraya buraya gideceğimize, Hakk’a gidelim. Oraya gidenler ebedîyen diri kalırlar. Çünkü peygamberimiz: (Elmü’minûn lâyemûtûn – Mü’mînler ölmez.) diyor. Ama mü’mîn olabilmek için lâzım olan îmân, kuru bir îmân değil.

Dinî elimize alalım: (Eşhedü..) den başlayalım. Eşhedü derken ne diyoruz? Şehadet ederim ki Allah’tan başka Allah yoktur.

Halbuki şahitlik, görgüye dayanır. Aramızda kanun adamı da var. Bir hâdiseyi görmeyen bir kimsenin, şehadetini kabûl eder mi hâkim? Hayır, duyma ile görme bir olmaz. Bâzı insanlar azmediyor, her şeyini fedâ ediyor, Allah’ı görüyor. Ama bu azîm, bu görme kabiliyeti hepimizde de var. Lâkin biz bu azîm ve irâde kudretini başka şeylere sarfettiğimiz için bitiriyoruz. Mutasavvıflar, irâdelerini götürüp aslına, sahibine teslim ediyorlar. Ama bu tembellik değil ha! Çalışmalı. Benim bir demirhanem var. Elimden gelse onlardan fazla çalışırım. Çünkü tasavvufun tembellik olmadığını anladım. Tembel insan tasavvuftan mahrumdur. Sonra, bu doğuşların en ateşlileri, ben çalışırken doğarmış. Arkadaşlar da yazarmış. Bir taraftan çalışır, bir taraftan doğuş söylermişim. Demek ki, çalışma, bu yola mâni değil; bilâkis lâzım. Allah insana ne lûtuflar eder… İsterse, kendine çekiverir.

S. – Biz müptedîyiz bu işlerde; sadece meraklıyız.

Hz.İsmail Emre – Estağfurullah. İçindesin.

S. – Bazı kimseler şiş saplarlarmış?

Hz.İsmail Emre – En büyük küfür budur tasavvufta. Bu hâller, tasavvuf yolunun bir uğrağıdır, Hz.Muhammed, kendi izinden gidenlere: (Ölmeden evvel ölün.) diye tavsiyede bulunuyor. Sâdık olanlar, sözün mânevî mânâsını anlamazlarsa, kendilerini öldürmeğe kalkıyorlar, hayatlarını feda ediyorlar. Fakat bakıyorlar ki ölmüyorlar, o zaman bunun bir keramet olduğunu anlıyorlar. Bu hâli beğenip tekrar ederlerse, keramet olan şey, bu sefer kerahet oluyor.

İyi bir şey olsaydı bu, Hz.Muhammed her zaman yapmaz mıydı? Şiş sokmak, bize bir ilim öğretir mi? Nice şiş sokan adamlar vardır ki tasavvuftan haberi bile yoktur.

S. – Nasıl oluyor da ölmüyorlar?

Hz.İsmail Emre – Allah’ta fâni oluyorlar da ondan. İman, iman!

S. – Ama ortada kan var, damar var?

Hz.İsmail Emre – Akıl böyle zanneder, böyle söyler. O şiş saplayanın sapladığı şiş, kendisine saplanmıyor ki...

Adamın biri, böyle göğsüne şiş saplamış. Bir gün karşısına elinde kılıç, bir atlı çıkıyor.

-Habis, diyor, nedir bu senin yaptığın… Şimdi senin kafanı koparırım…

Adam, korkarak:

-Ben ne yaptım size? Sizi tanımıyorum bile, diyor. Atlı göğsünü açıp göstererek:

-Daha ne yapacaksın? Baksana, göğsümü delik deşik ettin…

-Ama efendim, ben sizi ilk defâ görüyorum; siz kimsiniz?

-Ben Ahmedî Rufâî’yim. Her şiş vurduğunda beni çağırıp, bana murâbıt olmuyor musun? Şişlerin acısını sen duyuyor musun? Hayır. Hep bana saplıyorsun o şişleri. Bir daha yapma! deyip gözden kayboluyor.

Bizim Hazretî Pîr de çok yapardı. Bir gün bir bağdayız. Efendi, abdest bozar gibi çömelmiş. Ben zannettim abdest bozuyor; uzaklaşmak istedim; çağırdı:

-Gel ulan, üzüm yiyelim.

Yanına gittim; ben de oturdum; başladık üzüm yemeye. Teveklerden yiye yiye bir dul kadının bağına kadar gittik. Orada kendime geldim ki üzümler daha yeni çiçek halindeydi.

Bunlar, insanın yolunu keser, zaman kaybettirir. Eğer Allah yardım etmezse, ömrü beşer kâfi değil bu işe. Yazıcıoğlu (Muhammediye)de:

(İki yüz bin yıl ey ârif! Kişi meydânı Tevhidde )
(Seğirtse; kapmayaydı top, nedir bilmezdi ol Mevlâ)

diyor. İnsan, hem de (Tevhid) meydanında iki yüz bin yıl ömrü olsa da koşsaydı, -bir top var, o topu kapmadıkça- o kimse, Mevlâ’nın ne olduğunu bilmezdi, diyor Yazıcıoğlu.

O top, aşktır.

Zâten, Hazreti Pîr de, sonraları, bu keramet işinden vazgeçmişti. Bir gün: (Oğlum, ben burada çok takıldım; sen burada kalma. Bunlar keramet değil, kerahetmiş.) dedi.

S. – Bir ebedî hayattan bahsediyorsunuz?

Hz.İsmail Emre – Sade ben etmiyorum, din de bahsediyor. Ebedî hayat, bu maddî vücud hayatının muvakkat olduğunu ilmen, hâlen idrak ettikten sonra anlaşılır. Bu vücut bir gün dağılır, çürür, fakat insan ölmez. Bu vücut dört unsurdan mürekkeptir; biz ölünce, geldiği yere gider. Ama bu dört unsurdan söyleyen kudret ölmez. İşte biz oyuz.

S. – Ölmeyecek miyiz?

Hz.İsmail Emre – Hadis var: (İnanan ölmez.) diyor. Kupkuru inanla olur mu bu iş? O seviyeye gelmeyenlere hitap etmez bu söz. Ama hiç kimse ümitsizliğe düşmesin. Bu kapı, herkese açıktır. Kur’ân: (Lâ taknatû min rahmetillâh - Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!) diyor. Ona güvenip dayanmıyorsak, fenâfillâh sırrına ersek gine hiç. (Ben yakamı kurtardım!) demek, belâların en büyüğü. Böyle olan kimse lezzeti bulamaz. Halbuki bu ilim, baştanbaşa lezzettir. Dünya gıdalarına, dünya lezzetlerine doyulur da buna doyum olmaz. Ölü doyar mı?

S. – Akıl âciz kalıyor?

Hz.İsmail Emre – Mâdemki âciz kaldığını anladı, büyümeye başladı demektir. Çocuk, şu sandalyeyi kaldırmaktan âcizdir; fakat zaman gelir ki kaldırır.

S. – Nerden başlayalım?

Hz.İsmail Emre – Acîzden.

S. – Nasıl olur?

Hz.İsmail Emre – Gayet tabiî; çünkü bulunduğumuz yerden yürümeye mecburuz.

S. – Ruhun mevcudîyeti ne zaman anlaşılmış?

Hz.İsmail Emre – Kimi anlamış kimi anlamamış. Hocalar: (Allah’ı kul gözü görmez.) diyorlar. Doğru değil mi? Ben, doğru, diyorum. Gel hesabedelim… Bu göz bizimse, ona kumanda edelim. Ben, (Ben neyim aceba?) diye üç sene rıyâzat yaptım. Kendimde (Benim!) diyebileceğim hiçbir şey bulamadım. Bunu anlayıp ben aradan çıkınca, O, kendikendini anladı.

S. – Kalıptan ayrı bir ruhun mevcut olduğu, mazide ne zaman anlaşıldı?

Hz.İsmail Emre – Öldükten sonra Peygamberlerin başladığı zaman. Ruh çıkınca, kalıp ne yapabiliyor? Hiçbir şey. İşte bu kalıbın gözü göremiyor ruhu. (Ölmeden evvel ölün ki bilesiniz) diyor; biz bunu pat! diye düşüp ölmek zannediyoruz. Hayır. Onun dediği ölüm, bu idrâkimizin (Küll) olan bilgiye katılmasıdır.

Bağdat’ı bilmeyenlere, ne kadar târif etsen, anlayabilir mi? İki bilen konuşursa, bir zevk zuhur eder.

S. – Yâni ilk mürebbinin geldiği zaman, ruh keşfedildi diyorsunuz, öyle mi?

Hz.İsmail Emre – Vallahi oğlum, Allah kadimse, ruh da kadimdir. Zaman diye bir şey yok.

Bunları düşünme. Seni yolundan alıkor. Nene lâzım; tâ oralardan başlayıp bulunduğun yere geleceksin. Milyonla senelik yolu nerden yürüyeceksin… Nice Âdemler gelmiş, geçmiştir…

Adana’da bir Mal Müdürü vardı, Tevfik Bey. Sonra aklını kaçırdı. Bâzan donunu bile çıkarırdı. Fakat bir müddet sonra aklı başına gelirdi, güzel konuşurdu. Çok güzel kanun aşina idi.

Bir gün bizim dükkâna geldi, Hacı Sait Efendi isminde büyük bir hoca vardı; onunla konuşuyorlar. Ben de küçüğüm. Kahvelerini pişirdim, içiyorlar. Hacı Sait Efendi sordu:

-Sen bazen temiz geziyorsun, aklın başında, mükemmel. Bir zaman geliyor ki hiçbir şey kalmıyor. Utanmayı bırakıyorsun; nedir bu hâl?

Tevfik Bey evvelâ güldü; sonra Hoca’ya sordu:

-Senin elin kaşınırsa ne yaparsın?

-Kaşırım.

-Başın kaşınırsa?

-Gine kaşırım.

-Sırtın kaşınırsa?

-Kaşırım.

Tevfik Bey boyuna sıralıyor; (Şuran kaşınırsa ne yaparsın? Buran kaşınırsa ne yaparsın?) diye. Nihayet dedi ki:

-Aklın kaşınırsa ne yaparsın?

Hoca başladı düşünmeye. Cevap yok. Tevfik Bey cevap alamayınca:

-Yâ, dedi, işte benim de aklım kaşınıyor o zaman. Kaşıyamayınca, öyle oluyorum.

İnsan, çocukluğundan itibaren bulunduğu zamana kadar geçtiği hayat yolunu hatırlayabilir. Lâkin geçeceği yolu bilebilir mi? Şu hâlde akıl, kıçın kıçın yürüyor demektir. Yönümüzü dönüversek, arka kaybolur, önümüzü görmeye başlarız. Onun için Hz.Muhammed: (Elmâzi lâyüzker). Yâni mazi anılmamalıdır, diyor. Bu hadisi kabûl etmeğe mecburuz. Maziyi zikredersek posteki saymış oluruz. Akıl da, kıçın kıçın gittiğine göre, bir gün bir kuyuya cop! diye düşecektir.

S. – Mısırlılar, ruh kalbi terk ettikten sonra, onun, tekrar hayatını devam ettireceğini zannediyorlardı. Onlar ruh prensibini biliyorlar mıydı?

Hz.İsmail Emre – Bilselerdi, bu vücuda takılmazlardı.

Kâmilin biri, ölmeden evvel, talebelerini yanına çağırıyor. Onlara diyor ki:

-Ben bu âlemden gideceğim. Bir soracağınız varsa, sorun.

Birisi soruyor:

-Siz vefât ettikten sonra, türbenizi nereye yapalım?

-Ben türbe falan istemem. Beni kırlara atın.

-Aman efendim, nasıl olur… Sizi sonra çakallar yer.

-Öyleyse yanıma bir değnek koyun.

-Ne yapacaksınız değneği?

-Çakalları kovarım.

-Ölü, çakal kovabilir mi?

-Bir çakalı bile kovamayacak bir vücuda niçin bu kadar kıymet verip de türbe mürbe yapacaksınız? Ben hiçbir şey istemem. Sen beni anlamamışsın öyleyse…

Mevlânâ da ; (Öldükten sonra beni, âriflerin gönlünde arayın.) demiyor mu?

S. – Ama Mevlânâ’ya türbe yapmışlar?

Hz.İsmail Emre – Sözünü anlasalardı, dinleselerdi yaparlar mıydı? Ama bir faydası varsa, bak, bizleri tanıştırdı. Biz Mevlânâ’nın türbesi için değil, sizler için geldik. Kâbe nasılsa, burası da öyle oldu. Zâten buraya kendisi (Âşıklar Kâbe’si) dememiş mi? Ama, âşık olmayan, Mevlânâ’ya bu sözünden dolayı kâfir bile der. Demek, islâmiyet’te (âşıklık) diye bir şey de varmış.

S. – Sonradan mı çıktı meydana, eskiden mi vardı?

Hz.İsmail Emre – Eskiden vardı. Aşk, büyük bir cevherdir. Yunus Emre:

İşidin ey kardaşlar, aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan kişi misâli taşa benzer, diyor.

S. – Bir sohbette diyorsunuz ki; (Hayvanların gözünde perde yoktur, her şeyi bilirler.) Şimdi de onları küçültüyorsunuz?

Hz.İsmail Emre – Hayvan, hayat sahibi demektir. Onların hayatı muvakkattir. Halbuki biz ebedî bir hayat arıyoruz.

Şairin biri: (Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.) diyor. Kur’ân’da var böyle sözler. Allah, bâzı kimselere (Ahsen-i Takvîm) diyor. Bâzılarına (Hayvandan aşağı.) diyor, bir kısım insanlara (Çürümüş, dayalı ağaç) diyor. Bu sözleri kimlere söylüyor acaba? İsim tasrih etmiyor ki bilelim…

Hayvanla insanın farkı şuradadır: Hayvanlar, ebedî hayattan haberdar değildir. İnsanın hizmetçisidir. Akşamı yer, sabahı düşünmezler. Haram, helâl bilmezler. Dükkâna girer, elmaları yer, dayağı yer, kaçar, öbür dükkâna girer, yine yer.

S. – Mâdem gözlerinde sır perdesi yok, öyleyse onlar bizden üstün olmalı?

Hz.İsmail Emre – Şurda bir kaba altın, gümüş, yakut koysalar, hayvan bunları alabilir mi?

Bilmediği için alamaz; bilmediği için esrarı görür.

Fakat bunlarla uğraşma. Bunlar bizi koşturur, bir yerde düşüp kalırız.

S. – İki şey arasında kalmış gibiyiz: Müsbet ilimler ve bu mânevî ilimler…

Hz.İsmail Emre – Allah daha beter etsin inşallah…

S. – Müsbet ilimler, dünya şöyle yaratılmış diyor, mânevi ilimler onun tamamen zıddını, aksini söylüyor.

Hz.İsmail Emre – Hiçbiriyle de meşgul olma. Bizim dünyamız ebedî bir dünyadır. Bu dönen dünyanın üzerinde, dönmeden durmak çok zordur. Allah, bizden sadece (kalbî selîm) istiyor. Dünyânın şöyle veya böyle yaratıldığından mes’ûl değiliz. Çünkü bu türlü şeyler bitmez tükenmez. Evvelden, doktorluk tekâmül etmeden, delileri bırakacakları zaman imtihan ederlerdi. Diyebilirim ki, delilerin hemen hepsi, zaman gelir ki bir müddet için akıllanırlar. Delileri, akıllarını yorarak imtihan ederlerdi. Akıl yorulunca kendini bırakır, delilik hâli varsa meydana çıkar. Delilerin imtihanı da posteki saymaktı. Bu dünyanın önünü, sonunu anlamak da posteki saymak gibi bir şey.

S. – Astronomi, Arkeoloji gibi ilimler fuzülî mi?

Hz.İsmail Emre – Değil. Bunların faydaları inkâr edilemez.

S. – Kâinatın büyüklüğünü bilsek, bu, Allah’ın kudretini anlamamıza yardımcı olmaz mı?

Hz.İsmail Emre – Ah Kardeşim, bunlar postekidir. Demin söyledik ya, nice felekiyat var… Hangi birini bileceksin? Bize verilen emir, (men arefe nefsehû, fakad arefe Rabbehû)dur. Yâni Rabbimizi bilmek, bulmak. Biz bizi kurtarmaya çalışalım; ne yapacağız dünyayı, ne yapacağız felekiyatı…

S. – Ama bu, müellifin eserini okumadan, kendisini tanımaya benzer.

Hz.İsmail Emre – Bu müellifin eserlerini okuyup bilmeğe ömrün kâfî mi? Onun eserini bulunduğun yerden tanımaya çalış.

S. – (Âyinesi iştir kişinin; lâfa bakılmaz), insanın, evvelâ eserine bakılır, ondan sonra hakkında hüküm verilir.

Hz.İsmail Emre – Peki, Allah’ı Hazreti Muhammed târif edebilmiş mi ki, biz onu tanıyabilelim? Kur’ân’da hangi ilimler var?

S. – Hepsi.

Hz.İsmail Emre – Hangisi var meselâ?

S. – Meselâ, Ay tutulması.

Hz.İsmail Emre – Bu bir ilim mi? Yâsin sûresinde sadece: (Hepsi felek içinde yüzüyor: ) Ay için de (Velkamere kaddemâhu menâzile, hattâ âde kel’urcûnilkadîm) deniliyor.

S. – Demin siz (Kur’ân’ı yutmalıyız) dediniz ya?

Hz.İsmail Emre – Bir damla, deryayı yutabilir mi? Yutmak için ona yutulmak lâzım.

S. – Bu işin esasını anlamak lâzım.

Hz.İsmail Emre – Hazreti Hüseyn’e soruyorlar: (Sen babandan ne öğrendin?) (Ben babamdan iki lisân öğrendim: Biri Hak lisanı, diğeri de halk lisanı. Hak lisâniyle öğrendiklerimi söyleyecek olsam, beni öldürürsünüz.) Nitekim başına da geldi. Yâni anlatması kolay değil. Emek istiyor. Her şeyin bir zamanı var. Her şeyi birdenbire yutmak istiyoruz amma, zamanı var. Tefekkür etmek, bu yolda büyümek lâzım, yâni aklımızın büyümesi lâzım.

S. – (İç Kaynak)ta Ay’a gidilemeyeceğini söylüyorsunuz?

Hz.İsmail Emre – Evet, gidemezler. Ve yaşayamazlar.

S. – Nerden biliyorsunuz?

Hz.İsmail Emre – Mâdem bilmediğime kanisin, niye soruyorsun?

S. – İsbat edin.

Hz.İsmail Emre – Portakalı buraya getirseler, yetiştirebilir misiniz?

S. – Ama Ay’a gitmeyi konuşuyoruz…

Hz.İsmail Emre – Mâdem iddiâ, iddiâya karşı sükût edilir.

S. – Biz size soruyoruz.

Hz.İsmail Emre – Mâdem soruyorsunuz. Ayda kimse yaşayamaz.

S. – Siz Ay’a gidilemez diyorsunuz.

Hz.İsmail Emre – Gider gitmez yanar.

S. – Merih’te de yaşayamaz mı?

Hz.İsmail Emre – Yaşayamaz. Yıldızların birçokları kayadır. Bu felekiyattaki her yıldız, güneşten ışık alıyor. Diğer felekiyatların güneşleri, bu felekiyattan görülmez.

A.– Ben iki şeyi kabûl etmedim. Biri, farzların hilâfına olan şeyler. Meselâ, ilimde ilkeler var. Mânevî ilmin de ilkeleri var. Kur’ân’ın her şeyine inanırım: Allah, bize beş vakit namazı farz etmiş. Bunları ölünceye kadar yüklemiş. Bir Müslüman olarak bunları yapmak lâzım. Bu yapılmadıkça, bunun öte tarafındaki şeylerin de olacağına kani değilim.

Diğeri de, Ay’a yıldızlara bugün değilse, yarın gidileceğine inanıyorum.

Hz.İsmail Emre – Ay’a çıkmak din ahkâmında var mı?

A.– Muhakkak vardır…

Hz.İsmail Emre – Yok. Bir gün bizim dükkâna bir hoca geldi; fakat hoca olduğunu söylemiyor inkâr ediyor. Dükkânın yazıhanesinde oturuyorduk, geldi bu hoca. Selâmünaleyküm! Aleykümselâm! İşimiz olduğu halde işimizi bıraktık. Çünkü misafir.

-Buyurun Hocafendi, dedim.

-Ben hoca değilim.

-Peki. Çay mı içersiniz, kahve mi Hocafendi?

-Çay. Amma ben hoca değilim.

Hoca konuşmaya başladı:

-Bizim dinimiz o kadar büyüktür ki, içinde tayyareler, atomlar, sefîneler, her şey vardır.

Lâfı epeyce uzattı ve söz arasında vâzettiğini de söyleyiverdi. O zaman ben dedim ki:

-Hocafendi, hani sen ilk geldiğinde hoca olmadığını söylemiştin? Şimdi de câmide vâzettiğinden bahsediyorsun?

Allah Kur’ân’da yalancıya lânet etmiyor mu?

Hoca başladı terlemeye. Kaçacak yer arıyor. Fakat devam ettim:

-Avrupalılar, tayyareyi Kur’ân’dan çıkardılar, öyle mi?

-Evet.

-Öyleyse onlar senden daha iyi Müslüman. Kur’ân, Allah’ın sözü ve emri olduğuna göre, onlar, Allah’ın sözünü senden, benden daha iyi anlamışlar ki tayyareyi Kur’ân’dan çıkarmışlar. Mâdem Kur’ân’da tayyare, atom vardı da, siz hocalar, bunu bize neden söylemediniz? Neden tayyareyi, atomu siz yapmadınız?

Hocada ses yok. Kalktığıynan kaçması bir oldu.

Kur’ân’da böyle bir ilim yok. Hazreti Muhammed bunları görmüş amma, târif etmemiştir. Etmez de. Etse bile, o günkü kafa o ilmi anlayamazdı.

(Elem tere keyfe faale Rabbûke bieshâbilfîyl) sûresi de bugünkü bombaları tarif ediyor.

S. – Bunları anlamak için ne yapmalı?

Hz.İsmail Emre – Tefekkür.

S. – Tefekkür eden, tamamiyle çözer mi?

Hz.İsmail Emre – Evet.

S. – Tarîkatların çokluğu bizi şaşırtıyor. Korkuyoruz; ya bizi delâlete düşürürlerse?

Hz.İsmail Emre – Düşürürler. Körlerin fil hikâyesini bilirsiniz: Körler, fili görmek istemişler.Filci, file afyon yutturmuş; körlere de; (Afyonun tesiri çabuk geçer; fili elleyin, hemen kaçın.) demiş. Körler de öyle yapmışlar. Yerlerine geldikleri zaman, birbirlerine, elleyerek gördüklerini anlatmaya başlamışlar. Kimisi demiş: Fil, fıçı gibidir. Kimisi demiş; Hayır, boru gibi. Beriki demiş: Dam direği gibi. Öteki demiş: Hayır, fırça gibi. Her biri, elleyebildiği yeri tarif etmiş. Herkes kendi söylediğinin doğru olduğunu iddiâ edince, iş kavgaya dökülmüş.

Göz açılmayınca, insan her tarafı olduğu gibi göremez. Bizim gözümüz de (Hakikat)in her tarafını görüp kavrayamaz. Ancak bulunduğumuz yerden kavrarız.

S. – Ama göz bizim değil ki… Siz böyle söylemiyor musunuz?

Hz.İsmail Emre – Hıh. Öyleyse, gözümüzü Allah’a teslim ederiz. İşte, gözümüzün bize ait olmadığını tamamiyle anlayıncaya kadar bu yolda yürümemiz lâzım.

S. – Hakikati anlayanlar çok olabilir mi?

Hz.İsmail Emre – Olabilir. Allah, buna bir hudut tayin etmiş. Mutlaka az olur dememiş. Fakat bir ağacın her tarafı meyva olamaz. Meyva az, yaprak çoktur. Ama her isteyen, çalışırsa, meyva olabilir.

Zapteden: Şevket Kutkan

Hz.İsmail EMRE’den Nükteler, Vecîzeler, İrticâlî Cevaplar:

*Hz.İsmail Emre – Ben şöyleyim! Ben böyleyim! diyen, kendi etrafına bir hudut çiziyor demektir, onun içinde kalır.

*Hz.İsmail Emre – Hz.Muhammed, bir hadîsînde: (Re’sülhikmeti mehâfettüllah - Hikmetin başı Allah korkusudur.) diyor, bir başka hadiste de: (Elhâinü hâif: Hâin korkar.) diyor. Bu sözler birbirini tutmuyor gibi görünüyor amma, hakikatte tamamiyle doğrudur. Çünkü sözler, adamına göre söylenmiştir. Allah’tan korkup fenâ huylardan vazgeçmesi lâzım gelen bir kimse için: (Re’sülhikmeti mehâpetullah) demiştir. Umuma şâmil olan hadis, (Elhâinü hâif)tir. Çünkü Allah Kur’ân’da ; (Evliyâullah, ne korkarlar, ne de hüzün getirirler.) diyor.

*Hz.İsmail Emre – Doğruluk ebedîdir. Rükûa varır gibi eğilsek, kaç dakika durabiliriz? Halbuki düzgün olarak akşama kadar gezebiliriz.

*Hz.İsmail Emre – Kemâlât, toprağa benzer. Ne kadar tırmalar, kazarsan o kadar istifâde edersin; ekeceğin tohum, o kadar derine gider. Kemâlat, kendisini tenkid edenlere kızmaz. Çünkü benliği yoktur. Halbuki, benliği olan taşa bir çekiç vursan, çıngılar sıçrar, parça sıçrar, gözüne kaçar.

*Hz.İsmail Emre – Ledün İlminin başlangıcı aciz ilmidir. İnsan aczini bilmedikçe, Hakikat yolunda bir adım bile atamaz. Benlikle benim! diyen, peygamber olsa, Allah’ın huzurundan koğulur.

*Hz.İsmail Emre – Süs çirkin içindir. Aşkın süse ihtiyacı yoktur. Onun süsü, samimiyettir.

Nasreddin Hoca Fıkralarının Tasavvufî Îzâhı

Sen onu danayken göreydin

Bir gün Timurlenk, Nasreddin Hoca’yı cirit oyununa gitmeye dâvet eder. Hoca da kocaman bir öküzün üstüne binerek meydana çıkar.

Cirit seyrine gelenler, Hocayı, elinde mızrak, öküzün üstünde görünce, kendilerini tutamayıp kahkahayı basarlar. Timurlenk de şaşırır, sorar:

-Bre Hocam, bu ne hal? Hiç böyle öküzle ciride çıkılır mı?

-Hakkınız var Efendim, ciride öküzle çıkılmaz; fakat siz bunu danayken göreydiniz… Ardından sapan taşı bile yetişmezdi.

Hz.İsmail EMRE'nin Tefsîri:

Cirit meydanı, (Hakikat Erleri)nin canlarıyla, başlarıyla oynadıkları (Aşk Meydanı)dır. Bu meydana, yaşlanmış bir irâdenin öküzü üstüne binilerek çıkılmamalı, demek istiyor Nasreddin Hoca. Bu işi irâdemize hükmedebildiğimiz yaşlarda yapmalıyız. İrâde ihtiyarladıktan sonra biz ona hâkim olamayız; arzularımızın, itiyatlarımızın, mahkûmu olur, (Hakîkat Meydanı)na çıkamayız. Çıksak da (Aşk) atına binmiş erlerle yarışamayız.

Nasreddin Hoca, bunu, etrafındakilere bir ibret dersi olsun diye yapmıştır. Evet, irâdenin arkasından, danayken, gençken, sapan taşı bile yetişmez ama, ihtiyarlıkta yerden kalkmayı bile canı istemez; nerde kaldı ki (Nefis Mücadelesi) meydanındaki yarışa çıksın.

İsmail EMRE'NİN DOĞUŞLARI Kitap: 2         SAYI:   551 -  560 Bu evin bitmez işi, Çalışsa da çok kişi; Dünyâları arasan, Bulunmaz ...